SİNEMA YAZILARI
Beraber yürüdük biz bu yollarda
Zülküf Yücel, 28.12.2008
Süleyman (hep Başbakan) Demirel, 8 kasım 1968'de Adalet Partisi Ankara
il kongresinde, sık sık düzenlenen gösteri yürüyüşlerinden şikayetçi
olan bir delegenin bunlara "mani" olunmasını istemesi üzerine " yollar
yürümekle aşınmaz" biçiminde tarihe geçen bir cevap vermişti.
Söz konusu olan "aşınmayan yolların ülkesi" Türkiye'de tarih,
Süleyman (hep Başbakan) Demirel'i defalarca haklı çıkardı. Yıllar boyu
sendikalı-sendikasız hakkını aramak için yollara düşenler, tepelerine
inen devletin yumruğu ve copuyla, yolları aşındırmaya bile fırsat
bulamadan derdest edildiler. Hatta Süleyman (hep Başbakan) Demirel
bunun üzerine "-Kimse beni yanlış çıkarmak için, bakalım yollar
yürümekle eskir mi diyerek daha fazla yürümemiştir". diyerek son
raconu bile kesti.
Birkaç gün önce, geçirdikleri trafik kazası sonucu hayatlarını
kaybeden Zehra Sezgin ve Tülin Ergeldi için Sine-Sen üyeleri ve
üyesizleri 'Setler Tuzla olmasın' diyerek yürüdüler. Taksim Meydanına
gelince Mustafa Alabora bir sayfalık bir basın açıklaması yaptı. Sonra
herkes sessizce dağıldı. Yani Demirel'in 40 sene önce söylediği söz
bir kez daha tekrarlandı, yollar böyle yürümekle ve basın açıklaması
okuyup dağılmakla aşınmadı ve Süleyman (hep Başbakan) Demirel bir kez
daha haklı çıktı.
Yapılan eylemin cılızlığına ve okunan basın açıklamasının içeriğinin
yanlışlığına baktığınız zaman Süleyman (hep Başbakan) Demirel'in daha
çok haklı çıkacağını görüyorsunuz. Erol Dernek Sokaktan Taksim
Meydanına yürümek, eylem, protesto falan değil, olsa olsa "gezinmek"
olabilir. Sine-Sen'in o gün için yapacağı en anlamlı eylem, televizyon
kanallarının önüne siyah çelenk bırakmak olmalıydı. Aynı gün, aynı
saatte ATV, SHOW, KANAL D ve STAR TV önüne bırakılacak siyah
çelenklerle meselenin asıl muhattaplarının kim olduğu kamuoyuna daha
doğru bir biçimde gösterilebilirdi. Çünkü basın açıklamasında da
sorunun tek kaynağı ve muhattabı 90 dakikalık dizileri 3-5 günde
çektiren açgözlü yapımcılar olarak gösteriliyor. Peki bu açgözlü
yapımcılara 90 dakikalık diziyi 3-5 günde şu kadar paraya çekeceksin
diyen kim? Tabi ki kanal yöneticileri. Peki kanal yöneticilerine bunu
söyleyen kim, kanalın yönetim kurulu, ya da sahibi.. Yani ortada bir
açgözlülük varsa bu açgözlülük sadece yapımcılarla ilgili değil.
Balığın en başına, koktuğu yere bakmamız gerekiyor.
Televizyon kanalları birer ticarethanedir. Tek bir amaçları vardır;
kar etmek, daha fazla kar etmek, çok çok daha fazla kar etmek. Fazla
kar etmek fazla reklam almakla ilgilidir. Fazla reklam almak da fazla
seyredilmekle... Diziler en fazla seyredilen programlardır. Ama RTÜK, TV
kanallarına 60 dakikalık bir programa en fazla 3 reklam kuşağı
alabileceği şartını koymuştur. Dolayısıyla TV kanalları kar etmek,
daha fazla kar etmek, çok çok daha fazla kar etmek için 4 reklam
kuşağı koymak isterler. Bunun yolu da dizileri en az 80 dakika
yaptırmaktan geçer. TV kanalları birer ticarethane oldukları ve kar-
zarar hesabı yaparak işlerini gördükleri için bir dizinin bir bölüm
maliyetini en az bir buçuk katı kar edebilecek şekilde ayarlamaya
çalışırlar. Bu mantığa göre 200 bin YTL. maliyeti olan bir dizinin
kanala yayınlandığı gece 350 bin YTL. lik reklam geliri getirmesi
gerekir. Bundan çok olursa kanal yöneticileri göbek atar. Az olursa o
diziye yol görünür.
Kanallar en iyi senaryoyu, en popüler oyuncuları, en iyi yönetmeni, en
düzgün prodüksiyonu dizisinde görmek ister. İster ama, bunu
gerçekleştirebilecek parayı da yapımcıya vermez. Kanalın açgözlülüğü
otomatikman yapımcıya sıçrar. O da ona verilen parayla hem kanalın
istediğini yapmaya, hem de kar etmeye çalışır. İşte bu noktada
açgözlülüğün boyunutunun ne olacağı yapımcının insafına kalmıştır.
Yapımcı bölüm başına 20 ila 40 bin YTL. para alan başrol oyuncularına
bakar, sonra bütçesine bakar ve kendisinin en fazla 20 bin YTL.
kazanabildiğini görünce çıldırır. Koskoca yapımcıdır, bütün riski alan
o dur, ama başrol oyuncusu kadar para kazanmaktadır. Hatta ilk 13
bölüm boyunca daha az kazandığı durumlar bile olur. O da en alttan
başlayarak ücretleri ve harcamaları budamaya girişir. İşe önce
senaristten başlar. Senaristen maliyeti en ucuza çıkacak şekilde
senaryoyu değiştirmesini ister. Senarist birkaç oyuncuyu öldürür,
mekan sayılarını azaltır, mevsim kışsa "dışarıyı" yazmaz, gece
sahnelerinin hepsi gündüz sahnesine döner, hikayeyi kuşa çevirir vb..
Yapımcı sonra diğer ekip başlarına talimat vererek ekibi daha uzun
süre çalıştırmasını, harcamaların da kısılmasını ister. Prodüksiyon
amirleri, yardımcı yönetmenler, genel koordinatörler birden bütün
ekibin günah keçisi olur. Onların yapımcının yalakası olduğu
düşünülür. Oysa yalaka olan kişiler "hayır ben bunları yapmayacağım"
dese de bir şey değişmeyecektir. O kişi kovulur ve yerine "yapacak
olan" getirilir. Ve en sonunda iş, kamyonu şoföre kullandırmak yerine
makyöze kullandırmaya kadar gider.
Başrol oyuncuları çok para isterler. Onlara göre dizinin izlenme
nedeni kendileridir. Ayrıca kanal bir gecede yüz binlerce YTL.
kazanırken onlar niye üç kuruşa! çalışsınlardır ki?. Evet bir gecede
maliyetinin 4-5 katı para kazandıran dizilere baktığınızda haksız da
değillerdir. Ne varki unuttukları şey, başarının aslında kollektif bir
çalışmadan geçtiği ve bu kollektifliğin içinde olan herkesin başarıdan
pay alması gerektiğidir. Dizi başarılı olduğunda herkes başarıdan pay
ister. Tersi durumda ise herkes birbirini suçlar. Ama haklı olan her
zaman kanaldır!
Bu kısır döngü böyle sürer gider. Sonra bir gün birileri ölür. Sine-
Sen ve birkaç kişi Taksim Meydanına kadar yürüyüp bir basın açıklaması
okuyarak dağılırlar. Üstelik o basın açıklamasında TV kanallarının
açgözlülüğüyle ilgili tek bir satır yoktur. Sonra herşey unutulur. Ta
ki yeni bir kazaya kadar.
Setler zaten yıllar yıllar önce telif hakları kanunu çıkarılırken
"Tuzla" buz olmuştur. Kanal sahipleri yasa maddesine ufak bir paragraf
ekletmişlerdir. Bu paragrafa göre yapımcı, senarist, yönetmen ve özgün
müzik bestecisi özel bir anlaşmayla haklarını devredebilirler
denmiştir. Bugün sözde telif hakkı sahibi olan bu kişiler, yaptıkları
dizileri herşeyiyle kanala devrederler. Devretmezlerse dizi yapılmaz
zaten. Kanal diziyi tepe tepe kullanma hakkına sahiptir. Hatta özel
bir televizyon kanalı sözleşmelerine "-eğer bir gün yeni bir gezegen
keşfedilir ve o gezegende bugün bilinmeyen bir teknolojiyle dizi
yayınlanırsa bu sözleşme onu da kapsar." maddesi ekleyerek
açgözlülüğün sınırlarını uzaya kadar çıkarmıştır. Sine-Sen ve benzeri
kuruluşlar bugüne kadar bu ve buna benzer uygulamaları değiştirmek
için ne yapmışlardır? Meclise baskı mı uygulamışlardır? Kanalların
önünde ses getiren eylemlerde mi bulunmuşlardır? Sine-Sen'in kaç üyesi
vardır?. Herkes Sine-Sen'e üye olsa ve Sine-Sen bir grev çağrısı yapsa
kaç kişi bu çağrıya uyacaktır? Hadi bir mucize oldu diyelim. Bu sefer
de yapımcılar ve kanallar sendikaya üye olmayan kişileri
çalıştırmayacaklar mıdır? Ya da o kişiler "ben de çalışmam arkadaş"
diyecekler midir?. Sendika, sendikasız çalışanları durdurabilecek
midir? Sendika işsiz üyelerine üç kuruş da olsa işsizlik yardımı
yapabilecek midir? Bunlar Türkiye de cevabı olumlu olmayan sorulardır.
Bakın daha bir ay önce bu sektör çok önemli bir fırsat yakaladı. Kanal
yöneticileri 5 büyük yapımcıyı çağırıp kriz var diyerek hali hazırda
yapılan dizilerden %30'a varan indirimler istediler. Bu 5 büyük
yapımcı kendi aralarında birlik olup "-biz indirim yapamayız, bitirin
dizileri" diyebilselerdi, inanın bu oldukça büyük bir adım olurdu.
Oysa ne yardan vazgeçtiler ne de serden. O günlerde Sine-Sen Taksime
falan da yürümedi nedense. Derneklerden, sendikalardan ses çıkmadı.
Herkes sessiz sedasız bu yaptırımı kabul etti. Sonuçta bugün ortaya
çıkan tablo "-demek ki bu paralara da dizi yapılabiliyormuş."
tablosudur. Bu tablo dizi süreleri kısaltıldığında kanalların eline
koz vermiş olacaktır. Dolayısıyla kazaların, ölümlerin, sağlıksız ve
haksız çalışma koşullarının dizilerin süreleriyle, 80-90 dakika
olmasıyla bir ilgisi yoktur. Açgözlülükle ilgisi vardır. Dizi süreleri
kısalırsa, 60 dakika olursa, kanallar da bütçelerini otomatikman %30-
%40 düşüreceklerdir. 80 dakikaya verdikleri parayı 60 dakikaya asla
vermeyeceklerdir. Yani bir diziden para kazanan herkes %30-%40 daha az
para kazanacaktır. Bu durumda kanallardan başlayan "Açgözlülük" hemen
yeni durum için kendine formüller üretecek ve ortaya şöyle acayip bir
tablo çıkacaktır;
Kanallar daha az paraya aynı kalitede iş isteyeceklerdir. Teorik
olarak baktığınızda 60 dakikalık bir diziyle 80 dakikalık bir dizinin
maliyetinin aynı olmaması gerekir. Ama Türkiye de teori uygulamaya
döküldüğünde, arada çok büyük bir maliyet farkı olmadığı gibi
neredeyse aynı olduğu görünür. Çünkü olay zaten tamamen bir sömürü
üzerine kurulmuştur. Üstelik hali hazırda aslında 60 dakikalık bir
dizinin maliyetiyle 80-90 dakikalık dizi yapılmaktadır. Ama tabi ki bu
kanalların umurunda olmayacak ve onlar madem süre 60 dakikaya düştü
bütçeleri 60 dakikaya göre ayarlayalım diyeceklerdir.
Bütçeler düşünce yapımcılar, yapım maliyetini düşürmek için 2 bölümü
iç içe çekme yoluna gideceklerdir. Madem 80-90 dakika 5-6 günde
çekilebilmektedir, neden 120 dakika 7-8 günde çekilemesin ki diye
düşüneceklerdir. Böylece 60 dakikadan iki bölümü yani 120 dakikayı 7-8
günde çektireceklerdir. Herkes bölüm başına ücret aldığından bu
uygulamaya ses de çıkaramayacaktır. Evet durmadan 20 saat ve 7 gün
çalışmaktadırlar ama, her hafta 2 bölüm parası almaktadırlar.
Aynı zamanda iki dizi yapabilme imkanı olanlar, yani senaryo grupları,
yapımcılar ve oyuncular haftada 2 veya daha fazla dizi için
çalışacaklardır. Bazı senaryo grupları zaten hali hazırda bir haftda
80-90 dakikalık 2 dizi yazabilmektedirler. Yapımcılar da aynı anda 3
dizi yapabilmektedir. Süreler kısalınca bu sayıyı arttırma yoluna
gideceklerdir.
Tiyatrom var, kılım var tüyüm var diye, reji asistanlarını iş programı
yaparken anasını ağlatan oyuncular, bu sefer öbür dizim de var diyerek
olayı tam bir kaosa sokacaklardır. Verdikleri ücretler yüzünden
yapımcıların buna itiraz etmesi de pek mümkün olmayacaktır. Seyirciler
özellikle yan cast oyuncularını aynı gece 3-4 dizide oynarken
görebilecektir. Bütün bunlar kaçınılmaz olarak dizilerin kalitelerini
daha da düşürecektir. Diziler şimdikinden çok daha çabuk yayından
kaldırılacak, tahammül etme, bekleme gibi durumlar asla olmayacaktır.
Görüldüğü üzere dizilerin süresinin azalmasıyla ne düzen, ne de
düzülen değişecektir. Bütün bir sistem "Açgözlülük" üzerine
kurulmuştur. İşte bu açgözlülüğü değiştirecek bir sendika varsa hemen
üye olurum.
Zy.
MSGSÜ Sinema-TV Yazışma Grubu'ndan alınmıştır
Bakkal sinekliyse ilaclamak lazim..
Zülküf Yücel, 23.01.2008

Ee ne olmus yani?..
Bir dizinin basina ilk defa mi boyle seyler geliyor sanki.. Hem hukumetin hem de zaman zaman devletin, TV kanallari uzerinde kimi zaman RTUK yoluyla, kimi zamanda etkili veya yetkili agizlarla yapilan sifahi sIkayetler yoluyla sansur uyguladigi ve baski kurdugu yeni bir sey degil. Hatta ve hatta cogu zaman kanallar kendi kendilerine, kimse soylemeden sansur uyguluyorlar. Bazen de tersi oluyor. Pek izlenmeyen bir dizi, bazi yerlerden gelen tesekkur ve tebrikler ! yuzunden az reyting almasina ragmen devam ettiriliyor. Tabi vatandaslarin kendi kendilerine yaptiklari protestolari da unutmamak lazim..
Benim bildigim eski olaylari sayayim. (Ispat edemeyecegim icin isimleri veremeyecegim);
-Bir TV kanali, yayinladigi dizinin bir bolumunde bir sahnede, karakterlerden biri kurtce turku okudugu icin o sahneyi sansurledi.
- Bir TV kanali yayinladigi dizinin bir bolumumde bir sahnede, Turk askerleriyle PKK arasindaki bir catismada PKK’lilar az oluyor, Turk askeri cok oluyor diye o sahneyi kendi kendine sansurledi. Oysa sahnenin sonunda catismayi Turk askerleri kazaniyordu..
-Bir TV kanalinda yayinlanan bir donem dizisi yayindan kaldirilacakken, onemli birkac milletvekili ve bakandan gelen
tebrikler yuzunden pacayi yirtti ve yayinina devam edildi..
-Bir TV kanalinda yayinlanan bir donem dizisi, dizide cok fazla kilise gosterildigi icin seyirciler ve bazi onemli kisiler tarafindan protesto edildi. Dizinin ilerleyen bolumlerinde cami ve ezan sahneleri gosterilmesine dikkat edildi..
- Bir TV kanalinda yayinlanan bir donem dizisindeki cami hocasi, kotu ve yobaz gosterildigi icin seyirciler ve bazi onemli kisiler tarafindan protesto edildi. Diziye ikinci bir hoca karakteri daha kondu. Tabi ki bu hoca yobaz olanin tam tersiydi..
-Bir dizi yapimcisi, yaptigi dizideki bazi karakterleri diziden cikarmasi icin “bazi babalardan!” uyari telefonu aldi. Sebebi o karakterlerin fiziksel olarak “o babalara” andirmasiydi..
Medyaya da yansiyan ornekler;
-Kanal D'de yayinlanan 'Kavak Yelleri' dizisinin bir bolumunde bir kopege "Huseyin" ismi takildi. Hz. Muhammed'in cok sevdigi ve Kerbela'da sehit edilen torunu Hz. Huseyin'in isminin bir kopege verilmesine icerleyen Caferi vatandaslar, Dogan Medya Center onunde toplanarak olayi siddetle protesto etti. RTUK kanala ceza verilecegini acikladi.
-Kurtlar Vadisi Teror dizisi, yapimcisinin aldigi kararla yayindan kaldirildi. Yapimci Pana Film yaptigi aciklamada “-Gecen pazartesi gunu itibariyle fiili sansur carki donmeye baslamistir. Ya Kurtlar Vadisi yayindan kalkacak, ya da kanalin yayin izni iptal edilecekti. Kurt ve Turk'un kardesliginden rahatsiz olanlar Kurtlar Vadisi'ni suclamistir'” denildi.
-Kanal D’de yayinlanan Sagir Oda dizisinin bir bolumunde bir sahne kanal tarafindan sansurlendi. Sansurlenen sahnede dizinin bas karakteri Aras Dagli bir evde yangin cikariyor ve yangina Kenan Evren’in Anilar kitabini atarak “-yangini koruklemek lazim.” diyordu..
-TRT, dunyaca unlu "Winnie the Pooh" adli cizgi filmi, icindeki "Piglet" karakterinin domuz olmasi nedeniyle yayinlamaktan
vazgecti.
Ornekler boyle ve her gecen gun artiyor. Sinekli Bakkal icin aldigim duyumlara gore, mesele dindar vatandaslar takke takiyor meselesi degil. “Takke takan cok meshur bir hoca” yuzunden sansure ugramis dizi..
Ben burada “Kurtlar Vadisi Teror” dizisi yayindan kaldirildigi zaman RTUK sansurleriyle ilgili birkac yazi yazdim. Hatta onlara da sIkayet emailleri attim. Bu sansur kararlarinin bazilarinin keyfi ve ruzgar nereden esiyorsa mantigiyla verildigi sonradan ortaya cikti. Mesela birinci bolumunden sonra yayindan kaldirilan “Kurtlar Vadisi Teror” dizisinin 2.bolumu, 6 ay sonra “teror magdurlarina yardim amaciyla” Show TV ekraninda yayinlandi. 6 ayda ne degismisti acaba?..
Ya da, Huysuz Virjini pek ahlakli bulmayan, programini yayinlatmayan, magazin programlarini bile gece 11 den sonra yayinlatan RTUK baskani, bir kanalda canli yayinda nikah sahitligi yapip pek bir magazinsel oldugu zaman, RTUK vatandaslardan hic mi sIkayet telefonu vb. almamisti?..
Bu sansur suclarinin tek faili RTUK degil. Medya ve izleyiciler de bu suclara bal gibi ortaklik yapiyorlar. Medya, sansur konusunda yekvucut olmadigi icin ortak. Izleyiciler de “Begenmedikleri halde seyrettikleri” ve sonra da
sIkayet ettikleri icin ortaklar.. Izleyiciysen ve begenmiyorsan elinde kumanda var. Bas gitsin o kanal.. Ha tavir mi gostereceksin, once kanala telefon et, RTUK’e degil.. Reklam veren de begenmiyorsa reklam vermesin.
Ozel tv’lerde hicbir program maddi veya manevi destek almiyorsa ekranda duramaz. Maddi destek reklamdir. Manevi destek ise “yuksek yerlerden” gelen telefonlardir ki, maddi destek olmasa bile kanal sahibi iktidarla arasini guzel tutmak icin bu manevi destekle programi devam ettirir. Is bu kadar basittir. Bakkal sinekliyse ilaclanir...
Zy.
MSGSÜ Sinema-TV Yazışma Grubu'ndan alınmıştır
“KISA FİLM YAZMAK”
Hüseyin Kuzu, 26 Aralık 2005
Son yıllarda, hareketli görüntü üretimi giderek digitalleştiği ve ucuzladığı halde, kısa filmciliğimiz nedense pek de umut verici görüntü çizmiyor. Bağımsız yapılan 15-20 film dışında, kısa filmciliğimizi genellikle sinema okullarında okuyan öğrenci filmleri temsil ediyor. Öğrenci filmlerinin niteliği ise her geçen gün düzeleceğine düşüyor.
Geçmişte ülkemizde, “Kısa Film” üstüne çok az kaynak yayın ve tartışma yapılmıştır. Üstelik bu eksik yayın ve tartışmaların bir çoğu da yanlıştır. Kırk yıldır yapılan tartışmalarla kısa film, bir türlü, “amatör” ve “süre” ile tanımlanan bir tür olmaktan kurtarılamamıştı. Uzun yıllar içinde, bir kişi de çıkıp, “kısa film, sinematoğrafi ile anlatılan kısa bir (dramatik) anlatı formudur” diyememişti.
Son yıllarda, sinema üstüne sinemaseverlerin kütüphanesine birçok yayın kazandıran Es Yayınları, bu yıl içinde, görüntü yönetmenlerimizden Selçuk Taylaner’in çevirdiği ve kısa film yapımının ayrıntılı sürecini anlatan üç ciltlik bir kitap (“Sinema ve Videoda Kısa Film I-II-III”; Yapım Öncesi / Yapım / Yapım Sonrası) ile kısa filmciliğimizin kaynak açığını kapatmaya başladı. Es yayınlarının kısa film üstüne çıkardığı son kitap “Kısa Film Yazmak” ise, kısa film yazımı için temel bir kaynak. Yerinde bir kararla, Prof. Dr. Simten Gündeş tarafından seçilen ve çevirisi yapılan “Kısa Film Yazmak”, hareketli görüntülerle dramatik kısa film film yazımını adım adım ve uygulamalı olarak anlatıyor. “Kısa Film Yazmak”, kısa filmciliğimizin senaryo yazma üstüne kaynak eksiğini kapatmaya aday temel bir kaynak kitap niteliğinde...
“Kısa Film Yazmak”ın yayınlanmasıyla birlikte, artık, ister İstanbul’un göbeğinde sinema okuyan bir sinema öğrencisininin, ister Anadolu’nun ücra bir köşesinde kısa film üretimine kafasını takmış bir amatörün, kısa film yazımı ve yapımı üstüne bir külliyatı var. Sıra artık, daha iyi kısa filmler seyretmekte...
“Kısa Film Yazmak”, Pat Cooper, Ken Dancyger, Çeviren: Simten Gündeş, Es Yayınları, Sinema Tekniği/16, 2005
Sinemamızda Kurumlaşma ve Devlet
Hüseyin Kuzu, Kasım 2004
Hareketli görüntünün yarım asırlık ilk elli yılı, sinemanın pelikül (film) çağıdır. Bu çağ, bir anlamda mekanik ve kimyasal işlemlerin üzerinde gelişti. Bu gelişim alabildiğine uzmanlık ve işbölümü isteyen bir üretim tarzı -üretim araçları ve ilişkileri- olarak biçimlenmişti. Dolayısıyla bu çağda hareketli görüntüyle yapılabilecek her tür dramatik, belgesel, vb. üretim ve tüketimi de filme bağlı bir manifaktür veya endüstrisi olarak biçimlendi.
Peliküle bağlı üretim tarzı, ilk olarak 1950'li yıllarda yaygınlaşmaya başlayan TV yayıncılığı ile yavaş yavaş sarsılmaya başlandı. Soğuk savaş döneminde, ulusal devletlerin sınırları içinde, herz dalgaları ve çanak antenler yoluyla yapılan yayıncılıktı. Fakat, özellikle 1980 sonrası üretim araçlarının hızla elektronikleşmesi (video ve ona bağlı üretim ve gösterim) eski pelikül üretim tarzını temelinden sarstı. Eski üretim tarzına göre kurumlaşmış sinema eğitim ve sivil toplum kurumları da bu hıza ayak uyduramadı ve adeta çöktü.
Pelikül çağı bir anlamda, farklı sorunları aynı zamanda yaşayan ulusal sinemaların da çağıydı. Fakat 80'li yıllardan sonra elektronik üretim tarzı bu sorunları da dünya çapında benzeştirdi. Hollywood dışında bütün ülke sinemacıları aynı zamanda aynı sorunları konuşur oldular. Bu açıdan 1980'li yıllarda Türk Sineması, aslında sinema özelinde dünyanın diğer ulusal sinemalarından farklı bir şey yaşamadı.
Fakat Türkiye özelinde yaşanan diğer büyük alt üst oluşlar başta sinema olmak üzere tüm kültür ve sanat alanlarımıza da hemen yansıdı. Bunlardan ilk ve en önemlisi, 12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbeden sonra konan yasaklar ve buna bağlı olarak kamusal alanın daralmasıdır.
12 Eylül darbesi sonrası ve Turgut Özal'ın adıyla anılan süreçte, ekonominin yeni dünya düzenine ayak uydurması için çıkarılan yasalar, sinema alanına dolaysız olarak etkidi. Bu yasalar içinde sinemaya en çok etkisi olanı, yurtdışında üretilmiş bir malın yurtiçinde kiralanmasıyla ilgili olanıdır. Mühendis politikacılarımızın, ekonominin büyük döngüsü için çıkardıkları bu yasalardan kültür ürünlerin muaf tutmamalar/tutamamaları, beraberinde bugünün devasa sorunlarını da başlattı.
1980'li yılların ortalarında, video cihazı satsın diye, özellikle göz yumulan korsan video kaset salgını yüzünden ülkemizdeki 3000-3500 sinema salonu, 250'ye kadar düştü. Tıpkı "Rent a car" şirketleri gibi birer bayilik açarak ülkemize yerleşen hollywood dağıtımcıları kısa sürede sinema salonları ve video piyasasını ele geçiriverdiler.
1990 sonrası önemli bir gelişme de, ülkemizde açılmaya başlayan özel televizyon (network, kablolu veya "pay tv") yayıncılığıdır. Gerekli korumacı yasaların (halen) çıkarılmamasının ilk ve en büyük etkisi, yerli ve yabancı video piyasasının adeta sıfırlanması sonucunu doğurdu. Pelikül filmle yapılan üretim düşünce videodan soluklanan eski Yeşilçam televizyon kanallarının cangılının ortasına düştü. Hızla yaşanan bu gelişmelerle, elektronik üretim tarzının doğasını daha kavrayamamış Türk Sinemasının kurumlaşmaları bu kayan zeminde iyice üretimden koptu. Sinema kurumlarımız göstermelik tabela kurumlarına dönüştü.
12 Eylül 1980 öncesi Türk Sineması'nın örgütlenme hakkında çok az deneyimi vardı. Bu deneyim de kısa sürede politik fraksiyonlaşma yüzünden bölünmüştü. Deneyimin hepsi meslek alanları için kurulmuş ve açılıp kapanan birkaç dernek ile anarko-sendikalist bir çabadan ibaretti. Böyle de olsa Sinema Emekçileri Sendikası'nın (Sine-Sen) kısa sürede gösterdiği başarı, sonuçta, sermaye/emek eksenindeki bir paylaşım mücadelesiydi. Dernekler de bu ruh hali içindeydiler. Fakat Sine-Sen yöneticilerinin 12 Eylül'den hemen sonra tutuklanmaları, haksız ve pahalı bir bedel ödemeleri, emekçilerin örgütlenmesi için geriye çok kötü bir ruh hali bıraktı.
Özel TV kanallarının açılması ve video piyasasının sıfırlanması Türk Sineması'nın (tüm dünyada olduğu gibi) devletle olan ilişkileri için de bir dönüm noktasıdır. Pelikül çağında Türk Sineması'nın çok az yaratıcısı dışında, aslında sansür diye bir derdi yoktu. O zamanlar, Yeşilçam'ın büyük gövdesi, (yerli üretimcisi ve ithalatçısı) daha çok vergi indirimi için devletin kapısını çalardı. Fakat 90'lı yılların başlarında yerli film üretimi adeta durmuştu. Bu kez durum çok acildi ve sorunlar da dünya ile eşzamanlıydı. Eğer devlet yardım etmezse sinema sanatı ölecekti!
Sinemacılarımız 1991 yılında devlet ve politikacılarla yakınlaşarak film yapımı için devlet yardımı almayı becerdiler. Fakat başlayan yardım aynı zamanda Türk Sineması'na Ankara'nın siyasal gölgesini getirdi. Buna aslında gölge demekten çok Ankara'nın siyasal yelpazesinin çeşitli şemsiyeleri altına girmesi demek daha doğru.
Her alanda örgütlenmeyi yasaklamış 12 eylül rejimi, daha sonra her alanda kurdurduğu muhatap kurumlar politikasına uygun olarak sinema alanında da Sesam'ı (Sinema Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) kurdurdu. Kurumdan asıl beklenen sinemanın hiç olmazsa telif hakları sahipleri (hatta tüm meslek alanlarının) temsilciliğini yapmaktı. Fakat kurum düzenlenen bir tüzükle yapımcılardan başka hiçbir kategoriyi bünyesine almadı ve her zaman tek sesli bir kurum olarak kaldı.
Sesam mekan kirası ve personelinin ücretleri devlet tarafından karşılanan yarı resmi bir kurumdu ve ANAP hükümetleri zamanında sinemanın merkez-sağ ve sol kanatlarını belli bir konsensus içinde bir arada barındırdı. Türker İnanoğlu'nun başını çektiği bu süreç Sesam'ın en parlak devri oldu. Bu dönem aynı zamanda Özalizm'in kurum ve kurumsallıkların üzerinden atlayan iş bitirici kişilerin Ankara'da işleri bitirmesi süreciydi. Fakat bu süreç aldatıcıydı ve üstelik sinemanın devletle kurduğu bu ilişki, globalleşen dünyaya hızla uyarlanan ülke ekonomisinin çok arkasında kalıyordu. Ekonominin büyük çarkı için gereken uyarlama yasaları karşısında sinema ancak erozyona karşı direnmeye çalışıyordu. Politikacılar farkında değillerdi ve ülke içinde atılan bütün Türk-İslam sentezi sloganlarına karşı, kültür alanı çok daha fazla dünya "entertainment" endüstrisinin girdabına girdi.
Sesam'ın sadece yapımcıların örgütü olmasına ilk tepki kamera arkasında çalışanlar ve oyunculardan geldi. Önce Sesam çevresindeki konsensusun bir uzantısı olan merkez-sağ eğilimli Soder (Sinema Oyuncuları Derneği) kuruldu. Fakat bu dernek kısa süre sonra bölünerek merkez-sol eğilimli Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) kuruldu. Kamera önündeki oyuncuları kaybeden kamera arkası çalışanlar ise hep birlikte Sinekam-Der'i kurdular. Sinekam-Der daha sonra kendini lağvederek ancak 1992'de açılmasına müsaade edilen Sine-Sen'e dönüştü. Daha sonraki yıllarda film yönetmenleri Film-Yön'ü, Film yapımcıları da Fi-Yap'ı kurdular. Örgütsüz kalmış senaristler ise ancak iki yıl önce (2002) kendi dernekleri Sen-Der'i kurabildiler.
Özel TV kanallarının açılmasıyla, o güne kadar biriktirdiği bütün maddi birikimini değerlendirmek için televizyon sektörüne yönelen Türker İnanoğlu, Sesam'dan çekildi. Onun çekilmesiyle Sesam'daki konsensus da dağılma sürecine girdi.
Yasaların hızla değiştirilemediği Türkiye'de Özalizm'in "daha liberal kurumlar" kurmak amacıyla önüne açtığı vakıf örgütlenmeleri sinemada Sesam paralelinde Türsav ve merkez sol eğilimli Türsak vakfının kurulmasıyla biraz daha liberalleşti. Dünyadaki sivil toplum yapılarına denk düşen bu süreçte devlet artık bu alanlardan çekilmek istiyordu. Fakat Türsav yıllarca atıl kaldı. Türsak ise, her geçen gün etkinliklerini geliştirmeyi sürdürdü. Uzun yıllar önce Ümit Utku'un kurduğu Film-San Vakfı ise kuruluşundan beri zaten sinemanın somut ilişkilerinin çok uzağında bir vakıftı. On yönetmen/yapımcının kurduğu Sinema Vakfı ise bütün bu sorunsalların dışında kalan ve Batı'daki (özellikle Fransa) gelişmeleri izleyen ilk kurumdu. Fakat bu vakıf da kısa süre sonunda işlevsiz kaldı.
Her alanda olduğu gibi sinemamızda da kurumların kuruluşu şüphesiz bireylerin sinemada varoluşu ile yakından ilgilidir. Bugün sinema kurumlarımızın en temel zaafı büyük ölçüde sinemanın eski üretim tarzının alışkanlıklarını taşıyan kişiler tarafından kurulmuş olmalarıdır. Türk sinemasının önemli sorunlarından birisi de kurumları sürükleyen kişilerin azlığı ve bu az kişilerin de kurumların toplumsal varoluşlarını birbirinden pek ayıramamalarıdır. Onların gözünde sendika, dernek, vakıf vb. hepsi aynı gibidir.
Sinemamızdaki kurumlaşmaların bir büyük zaafı da kurumlardaki kişilerin medyatik oluşlarıdır. Bu da aktif bireylerin her zaman ve kolaylıkla kurumsallığın üzerinden atlamasına neden olur. Oysa bir örgütlenmede kişilerin gücü ne olursa olsun önemli olan kurumsallıkların oluşturulması ve işletilmesidir. Dolayısıyla bu sorunsal içinde bir dernek rahatlıkla taban fiyat listesi yayınlayarak sendika gibi davranmaya, bir vakıf da meslek birliği olmaya kalkabilir. Sonuç almak için olumlu olabilecek ama her zaman sinemacıları aldatan bir diğer alışkanlık ise, eskiden beri sinemacılarla fotoğraf çektirmekten hoşlanan (hatta bunu kullanan) politikacılar ile bir araya gelindiğinde yaşanır.
Sinemacılarımız 1980 sonrası zor duruma düşünce mecburen politikacıların dümen suyuna girdiler. Zaman zaman açığa çıksa da dışarıdan pek okunamayan merkez sağ ve soldaki bölünme iktidarlara bağlı olarak kurumların da sıralarını beklemeleri sonucunu doğurdu.
Koalisyon hükümetleri dönemlerinde, kültür bakanlıklarının merkez-solda kalması yüzünden sinemanın merkez-sağ kanadı sürekli atıl bekledi. Merkez sol bakanlar zamanında ise devlet ve sinema ilişkileri, kurumsallıkların üstünden atlayan sinemacılar tarafından her zaman çarpıtıldı. Bu dönem, telefonların önde kurumsallıkların arkadan geldiği bir süreç oldu. Bu süreçte, sık değişen hükümetler ve bakanlar yüzünden, sık değişen bakanlık kadroları da bilgi ve deneyim biriktiremediler.
İdeolojik/politik düzeydeki ayrışma Kültür (ve Turizm) bakanlıklarının film yapımı için maddi katkıda bulunmaya başlamasıyla, ekonomik düzeyde, bir "consensus"a yol açtı. Yardım ilk yıllarda çekilecek bir filmin bütçesinin % 30 veya % 50'si kadar olabiliyordu. Yardım aslında, tıpkı Eurimages gibi, film çekimi için değil bir katkı olarak düşünülmüştü. Fakat bu katkılar uygulamada hiç de öyle alınmadı. Katkı payı kısa sürede başa çekilerek adeta senaryoları harekete geçiren ana sermaye olarak kullanıldı. Üstelik, yüksek enflasyonun olduğu o dönemde, yapımcılar parayı alıp repoya yatırıyor ve parayı faizde ikiye katlayıp, daha sonra çekime başlar oldular. Fakat buradaki bakanlık ile sinema kurumları arasında bilgi akışı dışarıya pek açık (kurumsal) olmayan kapalı bir çarktı. Bu çarkın kapalı işleyişi, sinema kurumları ve onların kurumsallıklarına katılan kişileri de canlandırdı. O dönemde herkes her sinema kurumunun yönetim kurulunda olmak için adeta birbiri ile yarışır oldu.
1990 yıllarda sinemamızın değişen üretim ilişkileri yapımcıları neredeyse bir elin parmakları kadar azaltmışken, 1980 sonrası ortaya çıkan yönetmen/yapımcıların sayısı giderek artıyordu. Yönetmen olmanın medyatik gücünü da arkasına alan bu kategori artık hem politikacıların karşısında dik duruyor hem de sinema alanının üç kurumunda (Sesam, Fi-Yap, Film-Yön) yer alabiliyordu. Bu işleyiş bağıran sinemacıları susturduğu için politikacıların da işine geldi. Fakat film yapımı bir kez daha her şeyin üstüne çıktığı için sinemanın temel sorunları bir kez daha unutuldu.
Dışarıdan bakıldığında, kültür politikasında, yağlı pehlivan güreşlerini bale ile karşılaştıran Refah-Yol hükümetinin iktidara gelişi, sinemacılarımızla devletin ilişkilerini dondurduğu gözlenebilir. Fakat gözden kaçan asıl neden enflasyon karşısında devletin filmlere verdiği katkı payının kendiliğinden % 5-10 civarına düşmüş ve artık senaryoyu harekete geçiremiyor olmasıdır. Bu yüzden son yıllarda katkı almaya hak kazanan birçok projenin yapılmadığı da görülür. Katkı payının azalması sinemamızın asıl temsilcilerinin örgütlenmelerden çekilmesi sonucunu doğurdu. Kurumlar üretimden kopuk ve adeta yedek oyuncularla yönetilir oldu.
Her alanda meslek birliğinin kurulması sürecinin başlamasıyla birlikte sinemamızda yeni meslek birlikleri doğdu. Sesam'ın inatla tüzüğünü değiştirmemesi ve yapımcılar dışında diğer telif hakları sahiplerini bünyesine almaması yüzünden Setem ortaya çıktı. Fakat kurum kurulalı iki yıl olduğu halde hala Film-Yön'de başlayan bir gerilimin gölgesi altında. Çünkü Film-Yön'de seçimi kaybeden bir ekibin oraya geçip yönetimi ele geçirmesiyle birlikte kurum adeta içine kapandı ve yeterli enerjik çalışmalar yapamadı. Bu arada Belgesel sinemacılar da BSB diye bir meslek birliğini, oyuncular da Oyuncu-Bir'i kurdular. Fakat temel telif hakkı sahibi olamayan oyuncuların bu erken girişiminin yeterli yasal bir zemini olmadığı da bir gerçek.
Bu arada, 30 yıllık köklü geçmişi ve yıllar içinde değişen adlarıyla, (ve son adıyla) Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema TV Merkezi, Arşivi ve Sinema-TV Bölümü ayrıca anılmalıdır. Üniversite tarafından gerekli kadro ve alt yapı ihtiyaçları her yıl yeteri kadar karşılayamayan kurumun devlet tarafından unutulduğu da bir gerçektir. Oysa kurum dünya çapında bir arşivi de içinde barındırmaktadır. Fakat devlet ve sinema kurumlarımız, yeni çıkan sinema yasasında anılan ve sinemamızın uzun vadeli problemlerinin çözümü gerekli bütün yapıların aslında yıllar önce bu kurumda temelinin atıldığını da görmekten oldukça uzaklaşmış durumdadırlar.
AKP hükümeti döneminde kültür ve turizm bakanlıkları bir kez daha birleştirildi. Yeni kültür ve turizm bakanı geçmişinde sinema ile uğraşmış Erkan Mumcu idi. Yeni bakan göreve ilk başladığında, karşısında adeta üretimi durmuş bir sektör ve onun atıl kurumlarını bulmuştu. Yıllardır devletin kapısına gidip sonuç alamamış yorgun sinemacılar yasa çıkarımı için artık iyice umutsuzdu. Fakat mecliste çoğunluğu arkasına alan Erkan Mumcu gerek devlet kadroları gerek ise sinema kurumlarını adeta iterek yasa taslaklarını hazırlattı. Tam olmasa da, kaynak yaratımı ve dağıtımı konusunda, kısa vadeli sorunların önüne açan bir yasayı çıkardı. Devlet belki de ilk kez bir adım öne geçmişti.
Kültür ve Turizm bakanı Erkan Mumcu, geçenlerde, Türk Sinemasının 90. yılı dolayısıyla Yeni Melek Gösteri Merkezi'nde bir konuşma yaptı. Konuşmasında, fonda biriken paralarla gelecek yıllarda film sayısının 30-40'lara kadar tırmanabileceğini müjdeledi. Fakat Bakan konuşmasını devlet ve sinema arasında yıllardır biriken çelişkileri sergileyen, şikayet dolu bir konuşmayla bitirdi. Birlikte yasa çıkardığı herkes oradaydı ama bakan gerçek(!) temsilcilerin nerede olduğunu soruyordu! Sanki seziyordu ki herkes, film projelerine yapılacak yardımlar için bakanlığa gönderecekleri senaryolarını dosyalıyorlardı! Oysa sinemanın temel sorunları hala duruyordu. Belki de o yüzden kendisi de yanına pek sinemacıları almadan Hollywood yapımcılarıyla buluşmuştu!
STM-DER Kasım 2004 aylık bülteninde yayınlanmıştır.
DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Eyüp Halit Türkyazıcı, 1 Eylül 2004
sevgili sinemacı arkadaşlarım,
bugün, almanların polonyaya girdiği gün olan 2. dünya savaşının başladığı tarih. bugün 1 eylül 2004 dünya barış günü... hatta bugün, sloganlaşmış ideolojilerin yürüttüğü horgörü tarihinden herhangi bir gün.
bizler, sinema-tv çalışanları olarak 1 Eylülü nasıl değerlendirebiliriz, kara kara onu bulmaya çalışıyorum.
"hiçbir ayrım yapılmadan bütün yaşamlara saygı gösterilmelidir" diyor barış kültürü ve şiddet karşıtı manifestosu. burdan mı girişmeliyiz düşünmeye. yoksa, öldürmeye değil de ölmeye hazır yeni kuşakları nasıl hazırlamalıyız diye mi başlasak acaba. ya da, postu nasıl deldirmeyiz, kısa yoldan onun üzerine mi yoğunlaşalım.
aklım ve kalbim birbirinden ayrılmıyor. yöntem bulmak kadar hedefin kendisi de ayrı bir muammaymış..
içimdeki o derinden gelen rutin uğultuyu dinliyorum da, barışı korumanın, biz sinemacılara kamusal bir görev olarak yaraşacağına inanıyorum... gerçekten inanıyor muyum. evet evet, neden olmasın. çünkü bugün, sonsuz kaos ve engin sessizlik ülkeleri onuruna yalvarma günü.
..
bütün bunları sırasıyla mı hatırlıyorum bilmiyorum ama, buğulu algılarım yerini aklıma bırakıyor ve neler yapabilirizi öneriyor bana.
diyor ki, bugün çok uluslu ortaklıklar karşısında, ulus-devletlerin karşı karşıya geldiği masaları, mümkün olduğunca takip et. zaten sen, türkiyenin kültür bakanlığını sektörün adına gözleyecek sivil toplum kuruluşlarından birinin üyesisin.
ikincisi, "devlet bütçesinin en az yüzde birinin kültürel gelişmeye ayrılması" yönündeki unesco tavsiyesini türkiyede uygulatır hale gel. mümkünse bu payın en az yüzde beşe çıkartılması için geceler ve hücreler boyu proje üretip unesco ve diğer uluslararası organizasyonlar adına geliştir.
diyor ki, temel eğitimden başlayarak sinema ve sanat eğitimini yaygınlaştırıcı yollar izle. sanata duyarlılığının geliştirilmesi için, ülken insanına yönelik kentfilmevleri projesiyle yetinme. ilkokullara kadar girecek sinema eğitimine başla ki, uzun vadede toplumsal barışa hizmet etsin.
diyor ki, bu topraklarda sayısız kültürün üzerindesin. birlikte yaşayabilmek ve paylaşabilmenin hoşgörülü yolu ancak ve ancak kültür ve sanatın kapısından geçer. savaş ve saldırganlık dolu bir dünyada yaşıyor olman, nefretin sevgiye üstün geldiği anlamına gelmez. mazlum ulus-devletler adına "dünya sinema platformu"nu öngör.
biliyoruz sevgili aklım, biliyoruz.
..
gözlerimi kapattığımda ise siyah bir kaşkolla kırmızı bir gül üstüste geliyor. 1 eylül, dünya barış gününü anıyorum.
bu kara sözler senin içindi 1 Eylül. eğer ardında bir ebemkuşağı görmeseydim, tek bir sözcük bile yazmazdım senin için.